Map


Şunu daha büyük bir haritada görüntüle: Brazil

Jaguarın Ayak İzi - Pantanal

Bizim için “Brezilya’ya ısınma” durağı olan Sao Paulo’dan sonraki hedefimiz, 22 milyonluk bu betonkentin ancak bu kadar zıddı olabilirdi. Bizimle 6 ay önce Venezuela’ya gelenler için bundan sonra anlatacaklarımız arasında bildik gelecek izlenimler var. Ama görüleceği gibi Pantanal bizim için de sürprizlerle doluydu.
Cuiaba şehrine uçakla yaklaşık 2 saatte ulaştık. Artık Brezilya’nın orta-batısındaydık. Uçaktan inip yürüyerek bagaj alma binasına girerken havanın 32-33 derecelik nemli sıcağını tadına vararak hissettik. Cuiaba’ya geliş nedenimiz burasının Pantanal’a giriş kapısı olması. Pantanal dünyanın en büyük sulak alanı. Türkiye’nin yüzölçümünün üçte biri büyüklüğünde, kuzeyden güneye hafif eğimli, ormanlar, çalılıklarla kaplı düz bir alan Pantanal. Yılda 8 ay düzenli yağmur yağıyor, bunun 4 ayı ise neredeyse aralıksız. Temmuz-Ekim arası ise kuru mevsim. Pantanal’ın içerisinde şehir yok. Bazı bölgelerinde sığır yetiştiriciliği yapılıyor. Ulaşım küçük uçaklar ve nehir araçları ile mümkün olabiliyor. Pantanal’ın içinden yüzlerce koluyla onlarca nehir geçiyor. Kuru mevsimde bile Pantanal’ın büyük kısmı sularla kaplı; ama bataklık değil. Dolayısıyla dünyada vahşi hayatın en canlı ve yakından gözlenebileceği yerlerden biri. Bölgedeki cins cins hayvan yoğunluğu inanılmaz.


4 gün kalacağımız Puma Lodge’un görevlisi havaalanında bizi karşıladı. Çıkıştaki ATM makinalarına bir uğradıktan sonra hemen yola çıktık. Saat günbatımına yakın ve ufuktaki kızıllık göz alıcıydı. Bir saat kadar asfalt yoldan ilerledikten sonra küçük bir kasabada bir marketin önünde durduk. Burası para karşılığı herhangi bir şey satın alabileceğimiz son duraktı. Bundan sonra sadece tek tük konaklama yerleri, ağaçlar, kuşlar, nehirler ve sivrisinekler vardı neredeyse. Su aldık ve yola devam ettik. Pocone kasabasından sonra yol toprak oldu. İki aracın geçebileceği genişlikteki Transpantaneira’daydık artık.
Pantanal’ı kuzeyden güneye 500 km boyunca geçmek üzere planlanmış olan bu yol 135 km’si yapıldıktan sonra bu haliyle bırakılmış. Çünkü yağışlı mevsimde yolu korumanın mümkün olmadığı ve sular altında kalmış bir yolda da ulaşımın motorlu kara taşıtları ile zor olacağı ortaya çıkmış. Pantanal’ın doğası da bu şekilde korunmuş tabii. Yolda 100’den fazla ahşap geçit var. Su birikintileri ancak böyle aşılabiliyor. Bu şekilde 1,5 saat daha gittik; Puma Lodge’a ulaştığımızda her yer karanlıktı artık.
Odamızda yataklar ve hatta klima vardı. Ortamı görünce şartların Venezuela’dan farklı olacağını anladık. Elektrik ise sadece jeneratör veya akülerden sağlanıyordu. Yüksek tavanlı, pencereleri sineklikli yemek salonumuz ise loş ve ışıksızdı. Çevremizi görememiştik, ama çok net duyuyorduk. Ağaçlarda tünemiş kuşların sesleri, uzaklardan gelen uluma sesleri (bunların uluyan maymunlar olduğunu biliyorduk) Ağustos böceği cırıltılarına karışıyordu. Açlığımızı giderdik, yorgunluğumuzu da bahçedeki küçük havuzun yanında oturup doğanın seslerini dinleyerek attık. Bahçedeki cılız ışığın çevresine doluşan yüzlerce çeşit irili ufaklı böceği izlerken fark ettik ki çevreye uyum sağladığımızda o kadar çekinilen sivrisinekler bile bir rahatsızlık vermiyorlardı. Onlar da bu doğal ortamın parçasıydılar.
Açık penceremizle bu seslerin içinde uykuya daldık ve sabah yine aynı seslerle güneş doğmadan uyandık. Pantanal sabahının serinliği bizi dipdiri yaptı hemen. Bu duyguyu Venezuela’da, Los Llanos’ta da tatmıştık. Burada çevremizin bir parçası olmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Kahvaltıdan sonra yürüyüşe çıktık. Çevredeki düzlüklerde, ağaçlarda yüzlerce, binlerce kuş çeşidi görüyorduk. Kimi avuç içimiz kadar, kimi de kocamandı. Pantanal’ın yüzlerce kuş çeşidinin adını vermek zor, Türkçesi ise var mı, yok mu, zaten bilmiyoruz. Tuiuiui, arancua, jacutinga, arara azul, vs. vs.


Hava iyice ısınana kadar dolaştık. Yanımızda bir rehber vardı. Yol kenarında bulunan irili ufaklı lagünlerde yine Los Llanos’tan tanıdığımız cayman’lar (küçük, boyları 2-3 metreye kadar ancak ulaşabilen bir çeşit timsah türü, buradaki adları jacare), dünyanın en büyük kemirgenleri olan capivara’lar (30-35 kg kadar olabiliyorlarmış) ve tabii kuşlar ile doluydu. Az ileride çok sayıda akbabanın başına üşüştüğü bir sığır ölüsü gördük. Çevrede bir sığır çiftliği de vardı. Sıcak iyice artınca yine yürüyerek pousada’ya döndük. Öğleden sonrayı havuz kıyısında güneşlenerek geçirdik; diğer misafirlerle sohbet ettik. Bu tip yerlerde hep Fransız’lara rastlamamız olağan diye düşünüyoruz artık. Saat 4 gibi, sıcaklık azalınca pousada’nın sahibi, rehber Carlos ile çevreyi keşfe çıktık. Önce arabayla bir müddet gittik, sonra yürüdük. Gün batmaya yakın hayvanların beslenme saatiydi. İrili ufaklı, renklisi, beyazı binlerce kuş çevredeki su birikintilerindeydi. Cayman’lar su içinde kendi besinleri peşindeydiler. Aslında insana zarar vermeyen, ama korkunç görünüşlü bu hayvanlardan iki tanesini Van Gölüne bıraksak, her halde Türk medyası kendine ve okuyucusuna altı aylık malzeme çıkarırdı bundan, diye de düşündük bir ara.
Söz canavardan açılmışken, aslında biliyorduk, ama yine de tam ayırdında değildik, Pantanal yırtıcı hayvanları, bilhassa jaguarları ile tanınan bir bölge. Carlos yolda yürürken bize yerde bir ayak izi gösterdi, jaguar, dedi. Doğrusu pousada’mıza 3-5 km mesafede aldığımız bu bilgi bizi biraz tedirgin etti. Carlos, çevrede jaguarların olduğunu ve zaman zaman Transpantaneira’ya da indiklerini söyledi. Bu yüzden günün herhangi bir saatinde bize rehbersiz dolaşmayı tavsiye etmiyorlardı. Bu arada sabahki yürüyüşümüzde rastladığımız sığırın neden hayatını kaybettiğini de öğrenmiş oluyorduk. 200.000 kilometrekareden büyük Pantanal’da jaguarlar koruma altında ve sayıları her geçen gün artıyor. Carlos bize ertesi gün, eğer talihimiz olursa, doğal yaşama alanında jaguarlara rastlayabileceğimizi söyledi. Böylece bir sonraki günümüzün programı da belli olmuştu.
Gece Puma Lodge’un bahçesinde oturmuş, artık akşamın serinliğinde ormandan gelen kuş seslerini dinleyip caipirinha’larımızı yudumlarken karanlığa bir başka duygu ile bakıyorduk.


Ertesi sabah 5’te kalktık. Çevremizdeki ağaçlardan gelen yüzlerce çeşit kuşun sesleri, uluyan maymunların seslerine karışıyor, sabahın alacakaranlığına gizemli bir his veriyordu. Loş bina içerisinde kahvaltımızı ettik ve pousada’nın pikabı ile yola çıktık. 30-35 km kadar sonra yol bitti ve geniş bir nehir kenarında yüksek ağaçlar altında durduk. Burası gerçekten de Transpantaneira yolunun bittiği yerdi. Buradan sonra bölgede ulaşım nehirler aracılığı ile yapılıyordu, ama aslında 300-400 km gitmeden ulaşılabilecek bir köy bile yoktu artık. Sadece ormanlar, nehrin akan kızıl renkli suyu ve diğer canlılar ile birlikteydik burada.
Arabamızı park ettiğimiz yerin yakınında ahşap barakalar vardı. Buradan gerekli malzemeleri alıp, nehir kıyısında bağlı olan sandallara bindik. Bunlar için benzin ve kıçtan takma motorları yanımızda getirmiştik. Bu bölge artık jaguar bölgesi. Nehirde yol alırken kıyıyı da jaguar görmek için gözleyeceğiz. Jaguarların bir özelliği de iyi yüzmeleriymiş ve sıklıkla nehire atlarken görülüyorlarmış. Sabahın serinliğinde başlayan yolculuğumuz gün boyu sürdü. Saat ilerledikçe güneşi hissettik. Teknemiz ilerlerken yüzümüze esen rüzgar bizi serinletiyordu; ama girdiğimiz yan kanallarda, su birikintilerinde hiç esinti yoktu. Hemen yanımızda suyun içinde cayman’lar serin serin pineklerken biz pişiyorduk. Nehrin daraldığı yerlerde kıyıya yanaşıp jaguarları arıyor, her an tetikte bekliyorduk. Öğlene doğru gölgelik bir yerde kıya yanaştık ve indik. Yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri hazırlayarak öğlen yemeğimizi yedik. Arkamızda yüksek sazlıklar vardı. Ara sıra geriye bakıp, duyduğumuz seslerde dikkat kesiliyorduk. İndikten sonra kumun üzerinde ayak izleri görmüştük, ama üzerinden su geçtiği için jaguar mı, değil mi anlayamamıştık. Yemeğimiz bittikten sonra orada fazla oylanmadık ve hemen teknelere binip uzaklaştık.
Nehrin aynı kolu üzerinde giderken yüksek ağaçların gölgelik oluşturduğu hafif bir çıkıntıda, tam suya karşı birden jaguarı gördük. En serin ve en manzaralı yerde dinleniyordu. Jaguarın bu kadar büyük olduğunu o ana kadar hiç düşünmemiştik; daha çok –belki de bilinçaltında- puma, çita benzeri bir şey bekliyorduk. Ama bu hayvan iri bir kaplan büyüklüğündeydi ve hatta gördüğümüzden daha da büyük olabiliyormuş meğerse. İnsanları görünce tedirgin olup gideceğini düşünürken, jaguarın istifini bozmadığını gördük. O anda onu tehdit edemediğimizi anladık, sanki, kolaysa yanıma çıkın der gibiydi. Biz ise jaguara 2-3 metre mesafede teknelerimizin sanal güvenliği içerisinde sessizce fotoğraf çekiyorduk. Orada kaldığımız yarım saat içinde jaguar ara sıra başını kaldırıp dişlerini gösterdi, bize doğru hafif hareketlenir gibi oldu. Bulunduğu yer sudan 2 metre kadar yüksekteydi. Kalktı, şöyle bir silkindi. Yanımızdaki teknedeki Fransızlar buz kestiler. Hayvan sonra tekrar oturdu. Oradaki rahatlığımız belki de jaguarın oradan suya atlayamayacağını düşünmekten ileri geliyordu. Ama jaguar buna niyet ederse bu düşüncemizde yanılmış olacağımızı daha sonra anladık. Görüntüleri videoda izleyebilirsiniz. Bu gördüğümüz jaguarın ağırlığının 200 kg’a yakın olduğunu ve ağırlıkları neredeyse 300 kg’ye ulaşan daha iri jaguarların da bu ormanlarda bulunduğunu öğrendik. Bu irilikte yırtıcı hayvanların en yoğun rastlandığı bölgelerden birindeydik.


Biz sıcak güneş altında neredeyse erirken jaguar gölgede geceye, avına hazırlanıyordu dinlenerek. Ağzını açtığında gördüğümüz uzun sivri dişleri bize başka bir şey düşünmemize imkan tanımıyordu neredeyse. Sıcak dayanılmaz olduğunda jaguar da belki bizden sıkıldı ve arkasını dönerek yattı. Biz de oradan uzaklaşma vakti geldiğini anlamıştık. Nehirde en az bir saatlik yolumuz vardı. Epey içerilere doğru girmiştik jaguar peşinde.
Gece pousada’ya döndüğümüzde yorgun ve susamıştık. Yemekten sonra bahçede oturup karşıdan izlediğimiz karanlık ormanın yanıltıcı sükûnetinin içinde neler barındırdığını düşünerek az sonra uykuya çekildik. Pantanal’daki diğer günlerimizde bol bol kuş fotoğrafı çektik. Arara adı verilen, lacivert renkli sarı gagalı papağanlar, sarı-kırmızı iri gagalı tukanlar bu bölgenin çok özel nadir rastlanan kuşları. Bunları da bu kısa sürede görebildiğimiz için şanslıyız. Burada bir şey daha öğrendik; kuşların seslerinin güzelliği boyları ve renklerinin güzelliği ile ters orantılıydı. Ama ne olursa olsun bu seslerle, kendi doğal ortamlarında uyanmak bize haz verdi.
Bundan sonraki hedefimiz kuzeydoğu kıyısında Sao Luis şehri. Ekvator’un hemen 2 derece kadar güneyinde, Brezilya’nın ilk kurulan kentlerinden biri. Pantanal ve doğası artık çok uzakta olacak, Atlantik kıyısındaki bu günlerimizde…
Posted by Picasa

2 yorum: