Map


Şunu daha büyük bir haritada görüntüle: Brazil

Ouro Preto'nun Altınları

Ouro Preto. Kara Altın!


Belo Horizonte’den sonra üç gün kaldığımız dağlar arasına sıkışmış küçük şehrin adı böyle. Uygunsuz bir şekilde kömür ya da petrole yakıştırılan şekli ile değil; söz konusu olan burada gerçek altın. Altın’ın tekrar gözde olduğu bu günlerde bizi buraya çeken de bu sarı maden oldu galiba. Her ne kadar Ouro Preto “altın” günlerini 18. Yüzyılda yaşamış olsa da o zamanların etkileri bugüne kadar gelmiş ve bu küçük kenti Brezilya’nın üçüncü en çok turist çeken kenti yapmış.
Kentin hikayesi 1700’lü yılların başında buradan geçen maceracı bir grup Sao Paulo’lunun dereden su içerken tuhaf küçük kara taşlar bulması ile başlıyor. Bu taşların altın içerdiği ortaya çıkınca dağlar arasına sıkışmış, yolu olmayan bu vadilere akın başlıyor. Ouro Preto kurulduktan birkaç yıl sonra 1721’de bu yeni eyaletin başkenti oluyor; 1750 yılındaki nüfusu ise (her ne kadar çoğu köle de olsa) zamanın New York ya da Rio’sunu kat kat aşıyor. Ouro Preto bir süre dünyanın en çok altın çıkarılan yöresi haline geliyor.


Normal koşullarda, yani çevrede altının olmadığı koşullarda, insanların yerleşmeyi düşünmeyeceği, ancak belki katırlarla ulaşılabilecek diklikte bu yamaçlara gerçek bir şehir kurulmuş. Bizi pousada’mıza getiren taksiden inmeye çalışırken şehrin bu özelliğini fark ettik. Taksi sanki bir lunapark aracı gibi burnu aşağı bakar bir durumda park etmişti; ayağımızı dışarı attığımızda yuvarlanmamak için geriye çekildik, o kadar dikti sokak. İndirdiğimiz çantalarımızı tutmasak bağımsızlıklarını ilan edip vadinin dibine kadar bizi peşlerinden koşturacaklardı.


Pousada Nello Nuno hemen yan tarafta oturan bir ailenin işlettiği, küçük bir avlu etrafında 5-6 odadan oluşan pansiyon benzeri bir yerdi. Merkeze 150 metre uzaklıkta olmasına rağmen sakin bir yerdi ve içeride kimse yoktu sanki. Odamıza hemen yerleştik ve şehri dolaşmaya (tırmanmaya da denebilir!) çıktık. Ouro Preto’da altın 18. Yüzyılın sonuna doğru tükenmeye başlamış; bu arada Portekiz krallığının da açgözlülüğü giderek artmış. Çıkarılan altınlardan Portekiz’e giden payın sürekli artması bugünkü bağımsız Brezilya’yı doğuran isyan hareketlerinin ilk kez Ouro Preto’da başlamasına yol açmış. O devirlerde ilk isyan edenlerden olup, Portekizlilerce öldürülerek başı kesilen halk kahramanı Tiradentes’in mezarı da burada Devrim Müzesinde zaten.
Ouro Preto altın zenginliğinin herkesi kıskandırdığı dönemlerde şehrin her köşesine dikilen kiliseleri ile de tanınıyor.


Ülkenin o zamanlar bu her yere, bilhassa limanlara uzak, yolu geçit vermez köşesindeki bu kiliseler şimdilerde öğünülen birer yapıt olarak duruyorlar. Biz genelde kilise, müze gezmekten pek haz etmiyoruz. Azizlerin, Meryem’in ve oğlunun hikayelerine pek ilginiz yoksa bir süre sonra tüm Katolik kiliseleri bir birinin eşi gibi geliyor insana. Ama Ouro Preto’da 5-6 tane kiliseye girmeden edemedik; çünkü bunlar dağ başında kurulu orijinal binalardı bizim için. Tamamının kölelerin (ve de muhtemelen katırların) gücüyle yapıldıkları muhakkaktı. Bir tür Mısır piramidi bile denebilir belki! Tabii bir süre sonra kilise içlerinde gördüğümüz karanlık bakışlı aziz tasvirleri, kanlı İsa figürleri bizi bunalttı ve son kalan birkaç tanesinin sadece dışarıdan fotoğraflarını çekmekle yetindik.


Söylemeden geçemeyeceğimiz şey Brezilya’nın yetiştirdiği belki de ilk sanatçılardan olan Aleijadinho’nun (ismi futbolcuya benziyor, değil mi?) da Ouro Preto’lu olduğu ve buradaki kiliselerde çoğu ahşap oyma bir çok eseri olduğu. Aleijadinho, küçük sakat adam demek. Portekizli bir mimar ve bir köle kadının oğlu olan Aleijadinho yakalandığı bir hastalık sonucu önce ellerini sonra ayaklarını kaybediyor, eserlerini bezlerle kollarına bağlattığı aletleri kullanarak yapıyor ve ileri yaşlarına kadar çalışıyor.
Biz de işte, bu ve başka hikâyeleri öğrenerek 3 gün boyunca Ouro Preto’nun parke taşlı sokaklarını arşınladık. Çıktığımız ve indiğimiz yokuşların hesabını tutmadık; hatta bu tırmanma ve inişler hoşumuza bile gitti. Sanki tüm şehir bir denizin dalgaları gibi bu eğimli sokaklarda hareket halindeydi. Biz de bu harekete katılmıştık.





Bir dar sokakta “Chico Rei”’nin Madeni yazan bir kapıya rastladık. Burası 1750’lerde Ouro Preto’nun en zengin madeniymiş ve buradan çıkarılan altınların bolluğu dillere destanmış. Portekizliler Afrika’dan madenlerde çalıştıracakları köleleri toplarken bir kabileyi kralları ile birlikte topluca esir almayı başarmışlar ve tüm kabile Ouro Preto’daki bir madenciye satılmış. Kabilenin kralı madende de düzenini kurmuş ve tüm kölelerin kâhyası olmuş; çok çalışarak (yani gizlediği altınları biriktirerek) önce kendi özgürlüğünü, ardından oğlunun özgürlüğünü satın almış. Daha sonra baba oğul daha da çok çalışarak tüm kabileyi kurtarmışlar ve hatta çalıştıkları altın madenini de satın almışlar.
Tüm bunlar Portekiz kralının kulağına gidince kölelerin kendi özgürlüklerini satın alabilmelerinin önü kesilmiş; ama Chico Rei de tüm Afrika kökenli Brezilya’lıların kahramanı haline gelmiş. Bugün madende hiçbir şey yok sadece önünde küçük bir lokanta var. Ama oradan geçerken bu hikâyeyi hatırlamak ve zihnimizde canlandırmak ilginçti.








Ouro Preto aynı zamanda bir öğrenci şehri de; o yüzden geceleri oldukça canlı. 20 yüzyıldan bile kalan bir binanın olmadığı tarihi sokaklardaki hareketlilik değişik bir hava yaratıyor şehirde. Mevsim itibariyle turistlerin de nadir görüldüğü bu zamanda burada olmak değişik bir üç gün yaşattı bize. Kısacası şimdiye dek gördüğümüz yerlerden farklı bir şehirdi Ouro Preto.






Bundan sonra tekrar sahile, Espirito Santo eyaletine iniyoruz. Görüldüğü gibi azizlerinden usanmış olsak da “kutsal ruh” bir şekilde bizi izliyor sanki !










Daha fazla fotoğraf yandaki Picasa linkinde...









Posted by Picasa

2 yorum:

  1. Her niyeyse Ankara Kalesini hatirlatti bana burasi :)

    YanıtlaSil
  2. Şu Ankara Kalesini de bi göremedim gitti valla. Kim bilir Ankara'mızın değerli belediyesi oraları ne güzel yapmıştır?

    YanıtlaSil