Map


Şunu daha büyük bir haritada görüntüle: Brazil

Hayallerdeki Rio de Janeiro'yu Ararken...

Rio’lular şehirlerine Cidade Maravilhosa diyorlar, yani “harika şehir”. Gerçekten de dünyada hakkında bu kadar çok beğeni ile yazılan çizilen başka bir şehir yok; her ne kadar her yıl yayınlanan “yaşanacak en iyi şehirler” sıralamasında Kopenhag, Toronto, Helsinki gibi başka “harika” şehirler arasında Rio’yu göremesek de biz de bu şehrin farklı ve olağan dışı güzelliği olduğunu hissettik.
Rio’yu diğer güzel şehirlerden farklı kılan, halkının bu güzelliği yılın 365 günü yaşaması ve şehrin sunduğu güzelliklere katılması. Rio’daki ilk güneşli Pazar günümüzde bunu gördük. Copacabana sabahın daha 10’unda onbinlerce Rio’lu ile dolmuştu. Ta Leblon’dan Flamengo’ya kadar 15 kilometrelik kıyı şeridi araç trafiğine kapatılmış, genci yaşlısı Rio’lular buraya akın etmişti. Neredeyse tamamı öyle ya da böyle bir sportif aktivite içindeydi. Geniş kumsallar da dolmuş, herkes 5 gündür bekledikleri güneşin tadını çıkarıyordu.
Gelir dağılımının en az Türkiye’deki kadar adaletsiz olduğu bu ülkede plajlarda eşitlik vardı. Her sınıf insan yan yana geliyor, kimse kimseden rahatsız olmuyordu. Tüm kumsal boyunca 50 metre aralıklarla dizilmiş işletmeler 3 Real’e şezlong, 5 Real’e şemsiye kiralıyor; istenirse bira ve caipirinha dahil, ama en çok da buz gibi Coco (suyu içilen bir tür Hindistan Cevizi) servisi yapıyorlardı. İnsanlar plaja bir tişört ve bir havlu ile geliyor, yanlarında ihtiyaçlarının ötesinde para bile taşımıyorlardı. Plaj kıyafeti ile otobüslere binmek olağandı.

Rio’yu Rio yapanın bu doğallık ve rahatlık olduğunu gördük. Aslında Brezilya’nın gezdiğimiz tüm kıyı şehirlerinde aynı şey vardı, ama milyonlarca kişilik bu dev metropol dünyada bu kadar tanınmış olduğu için tüm bunlar sadece Rio’ya özelmiş gibi algılanıyor. Rio’yu özel kılan ise olağan dışı coğrafyası ve dünyanın en güzel hazırlanmış karnavalına sahip olması.
Karnaval zamanı olmadığı için buna dair hiçbir şey görmedik sokaklarda. Ama Rio’nun tüm büyük şehir özelliklerini yaşadık. F1 pilotu olmaya hevesli sürücüleri ve olağan dışı güçlü frenleri ile belediye otobüsleri geniş caddelere rağmen sıkışık trafikte canbazlık yapıyorlar; kaldırımlar işine gücüne giden, koşturan insanlarla dolu; taksiler yol vermeyen araçlara korna ile tacizde bulunuyor; şehir merkezindeki çarşılar alışverişe çıkmış orta sınıf ile dolu; kısacası her büyük şehirde rastlayabileceğimiz bildik görüntüler var Rio’da da. Rio de Janeiro’yu gökdelenlerin arasında bu yönüyle yaşarken insan plajları ve karnavalı aklına getiremiyor.


Rio aynı zamanda çok turistik de bir şehir. Sadece yabancı turistler değil, onlardan çok daha fazla Brezilya’lı turistler ve hatta kendi yerlileri de Rio’nun turistikliğine katkıda bulunuyor. Güneşi gördüğümüz ilk Pazar gününe plajlarda dolaşarak başladıktan sonra öğleden sonra Pao de Açucar’a çıkalım dedik. Hani şu Copacabana plajına bakan, neredeyse tüm Rio fotoğraflarından tanıdığımız, Mevlevi külahı biçimindeki tepe. Buraya iki istasyonlu teleferik ile çıkılıyor. Gün batımının çok güzel olacağını düşünerek saat 3 civarı istasyona gittik. Gördüğümüz manzara bizi şaşırtmadı desek yalan olur, çünkü neredeyse bir Dünya Kupası final maçı önceki kadar bir kalabalık gişe kuyruğu bizi bekliyordu.

Rio’nun ilkbahar havasına güven olmadığından ertesi günü beklemek yerine mecburen kuyruğa girdik. İki saat bekleyip sonunda teleferiğe bindiğimizde güneş çoktan tepelerin arkasına saklanmış ve biz beklediğimiz manzarayı kaçırmıştık. Birinci istasyona vardığımızda ise şehir ayaklarımızın altında, ışıklarını yakmış olarak uzanıyordu. Ama fotoğraf makinemiz güzel çekim yapmak için yetersiz; hava da artık karanlıktı. Asıl tepeye çıkaracak teleferiğin kuyruğunun en az aşağıdaki kadar uzun olduğunu görünce bu maceranın burada bittiğini anladık ve tekrar aşağı döndük.
Biz sonraki gün de sabah havanın açık olduğunu görünce bu kez Rio’nun bir diğer marka görüntüsünün yer aldığı Corcovado tepesine çıkmaya karar verdik. Corcovado, yine çok tanınan, Cristo Redentor (Günahları Üstlenen İsa) heykelinin yer aldığı 710 metre yüksekliğindeki tepe. Corcovado şehrin hemen kenarında neredeyse dimdik yükseliyor. Tepeye yol var ama, dişli tren ile çıkmak daha eğlenceli; ayrıca taksi ile çıkılırsa hem daha pahalı hem de tepede 40 dakikadan fazla kalınamıyor o zaman. Biz de hayalimizde bu 20 dakikalık tırmanış, küçük tren istasyonuna vardık. Öngöremediğimiz şey ise 12 Ekim Pazartesi’nin Brezilya’da “Dia de Criança” olmasıydı. Yani Çocuklar Günü; bir çeşit Çocuk Bayramı! Her yerin kapalı olduğu bir tatil günüydü bugün de ve tren kuyruğu küçük istasyonun dışına taşmıştı burada da. Çaresizce kuyruğa girdik. Sıramız geldiğinde iki saat güneş altında beklemiş, üstelik biletimiz de iki saat sonraki bir saate verilmişti.
Sonunda İsa’ya kavuştuğumuzda bizimle beraber belki de binden fazla insan dar bir platformda kuş bakışı Rio’yu seyrediyordu. Gerçekten de görüntü etkileyiciydi; ama kenarda bir karelik fotoğraf alabilmek için omuz omuza mücadele ve sabır gerekiyordu. Üstelik o dar platforma bir de kilise ayini koymuşlar, dini şarkılar söyleniyordu. Yine de insanların neşesi ve heyecanları eksilmemiş; kimse –biz dahil- bu durumdan şikayetçi olmuyordu. İsa ise, heykel halinde, 1200 ton ağırlığı ve 38 metre yüksekliği ile sanki Rio’yu uzaklardan denetler gibiydi. İnsanlara, siz aşağıda günahlar işliyorsunuz ben buradan onları üstleniyorum diyordu sanki…

Rio’daki son günlerimizi de fırsat buldukça plajda, diğer zamanlarda da caddeleri dolaşarak, kah rüzgarlı denize karşı bir caipirinha, kah hareketli caddelere bakarak bir cafezinho içerek geçirdik. Rio da bu demekti zaten.

Şehrin içindeki plajlarını ve göremediğimiz karnavalı çıkarırsak Brezilya’nın diğer büyük şehirlerinden fazla bir farkı yoktu Rio’nun. Tüm şehirler gibi Rio da gelişiyor, değişiyor. Copacabana bölgesi, örneğin, artık biraz değer yitirmiş sayılıyor. Plaja paralel caddelerde oteller ucuzlamış, mağazalar sıradanlaşmış. Hatta güvenlik sorunları artmış. Rio’nun bir numaralı plaj ve yaşanacak bölgesi İpanema ve Leblon artık. Biz de son birkaç günümüzde buralarda vakit geçirdik;

Son bir kez İpanema Beach’i yaşayalım dediğimizde Rio bizi kuvvetli bir fırtına ile uğurladı. Şezlonglar, şemsiyeler uçuşuyor, insanlar kaçışıyordu. Ertesi gün Rio’da tekrar güneşin tatlı yüzünü göstereceğine emin bir şekilde 2 aylık bu gezinin yorgunluğunu da hissederek eve döndük.


190 milyonluk ve milyonlarca kilometrekarelik Brezilya'yı altı hafta boyunca dolaşarak gelmemiş olsak Rio de Janeiro'yu daha değişik bulacağımızı biliyorduk. Ama az çok Brezilya ve insanlarını tanıdıktan sonra Rio bizim için o hayallerdeki masal kenti hiç bir zaman olmayacaktı. Uzun süre yollarda olmanın belki de en çarpıcı tarafı hayallerimizle gerçeklerin buluşmalarını yaşamak oluyor. Bir sonraki hayallerimiz arasında Kenya, Namibya, Kanada ve Vietnam şimdiden belirmiş durumda... Kim bilir?...

Posted by Picasa

Rio de Janeiro'ya Değişik Bir Başlangıç

Rio de Janeiro! Her okuryazar Türk vatandaşının yılda en az bir kez hakkında bir şeyler duyduğu ya da televizyonunda belirli görüntülerini izlediği tek yabancı şehir. Rio’yu tanıyoruz. İnsanlarının hayatlarını ya Copacabana plajlarında eğlenirken ya da karnavalda sambanın ritmi ile dans ederken geçirdikleri şu şehir… Altı haftayı geçen bir süre Brezilya’nın bir birlerinden değişik yörelerini dolaştıktan sonra sıra bizim için de Rio’ya geldi artık.
Rio’yu ziyaret eden bazı Türk turist gruplarının bu şehri dünyanın en güzel ikinci şehri ilan etmiş olmaları bizi haliyle çok etkilemedi buraya gelirken; çünkü eğer dünyanın en güzel şehri o tanıdığımız şehirse ondan sonrakilerin vay haline… Bir de Olimpiyatları hala dünyanın en güzel şehrine vermek yerine tutup Rio de Janeiro’ya vermesinler mi geçen hafta? Gezimizin bu kısmı ilginç olacağa benziyordu…
Biz bu güzellik yarışına ve önceden zihnimize işlenmiş imajlara kapılmamış olarak yaşamaya karar verdik Rio’yu. 10 gün süreyle, bu süre içinde bizim İstanbul’daki evimizde kalacak olan emekli bir yargıcın evinde kalıyoruz. İpanema’da, “The Girl from Ipanema” şarkısının bestelendiği bara 150, plaja 50 metre uzaklıkta küçük bir daire burası.
Rio’ya uçakla Vitoria’dan geldik. Sabah önce kiralık arabamıza benzin –pardon, alkol- doldurduk ve aracı havaalanında sorunsuz teslim ettik; Vitoria’nın küçük havaalanında biraz bekleyip 1 saat içinde Rio’nun büyük havaalanına indik.

Bizi ilk karşılayan şey bir büyük kentin o tarif edilemez elektriğiydi. 3-4 gün bile olsa küçük şehir ve kasabalarda geçirdikten sonra büyük kentin o hareketli uğultusu ilk anda çarptı bizi. Çok fazla özlediğimiz bir şey değildi bu.
Taksi ücretini çıkışta bir bankoda kredi kartı ile ödeyip makbuzu sıradaki taksiye vererek Rio’daki yolculuğumuza başladık. Şöförümüz transit yola çıkar çıkmaz bize hünerlerini göstermeye başladı. Neyse ki yarım saat içinde hasarsız İpanema’ya ulaştık. 45 gün, genelde ufak otel-pousada odalarında yaşadıktan sonra bize geniş gelen bu dayalı döşeli 80 metrekarelik daire Rio günlerimiz için idealdi.

Eşyalarımızı eve bıraktıktan sonra sahile yürüdük. Bulunduğumuz sokaktan 50 metre aşağı yürüyüp geniş bir caddeyi geçince İpanema Beach’deydik gerçekten. Burası 5 kilometre kadar hafif bir kavisle uzanan, dümdüz geniş bir kumsalı olan bir koy. Kumsal bitiminde –artık tüm Brezilya’da görmeye alıştığımız- küçük granit taşlarından geniş yürüyüş yolu ve koşanlar ve bisikletliler için ayrı bir pist vardı. Kumsal boş sayılırdı. Tek tük plaj voleybolu oynayanlar, ya da kitap okuyanlara rastladık. Çünkü hava – bizi düşündürecek kadar – bulutluydu. Acaba neler olacak diye düşünerek tüm sahil boyu yürüdük. Kara tarafı yüksek binalar, çok yıldızlı otellerle doluydu.

İlk günümüzde İpanema ve devamı olan Leblon’u dolaştık, ertesi günler için programlar yaptık. Ama Rio’nun bize bir sürprizi vardı. Şehir bize kendisini beklediğimiz turistik yanı ile göstermeyecekti. Plaj, samba ve eğlence için beklememiz gerekiyordu bir süre. Geldiğimizin ertesi günü başlayan yağmur üç gün sürdü. Biz de bu üç günü bir Rio’lu gibi yaşadık. Ayağımızda sandallar elimizde şemsiye kalabalık caddeleri dolaştık. Rio’nun sadece plaj demek olmadığını anladık; plajda olmanın dışında da bu şehrin eğlenceli olabileceğini fark ettik.
Sürekli yağan yağmura rağmen anlaşılan sel uyarısı yapılmamıştı ki, insanlar, arabalar hep yollardaydı. Kafeler, barlar tıkabasa dolu; alışveriş merkezleri hareketliydi. Brezilya’lıların toplu olarak eğlenmeyi sevdiklerini daha önce de anlatmıştık. Gerçekten de –yağmurun da bahane yaratmasıyla- kapalı tüm mekanlar dolmuştu. Cumartesi günü önemli bir futbol maçı vardı. Rio’nun en çok taraftara sahip takımı Flamengo Sao Paulo ile oynayacaktı. Yere yaklaşmış yağmur bulutları, aralıksız ince ince yağan ılık yağmur, öğleden sonranın loşluğunda ışıklandırılmış caddeler ve kırmızı-siyah formalı insanlar… Bu Cumartesi gününü böyle hatırlayacağız. Ama ortada ne gergin bir atmosfer ne de bağıra çağıra tezahüratlar var. Erkek-kadın formalı insanlar barlarda, lokantalarda oturuyorlar; alıştıkları şekilde eğleniyorlar, gülüyorlar. Geniş ekranlarda maç oynanıyor, Flamengo gol yiyor, insanlar eğleniyor, Flamengo gol atıyor insanlar alkışlayıp, bağırıp yine eğleniyor… Biz de bu eğlenceli hayata katıldık ve kaç bira içtiğimizi saymadık.
Yağmurlu hava devam ediyordu ve biz hala ne Corcovado’daki İsa heykelini ne de Copacabana plajını ve Şeker Külahını görmemiştik. Copacabana İpanema’dan hemen önce gelen ve yine 5-6 km uzunluğundaki klişe plajı Rio’nun. Şehrin çevresindeki tepeleri yağmur bulutları kaplamış, denizin üstü de puslu ve biz Rio’dayız. Ayağımızda sandallar şapır şapır sulara basa çıka yürümeye devam ediyoruz.
Bu havada yapılacak şeylerden biri de – akıllı bir Rio’lu gibi – ilginç restoranlar keşfetmek olmalıydı. Brezilya’ya geleli beri rodizio servis yapan o efsanevi et lokantalarından birine gitmemiştik. Hani Brezilya usulü denen ve müşteri dur diyinceye dek masaya servis yapılan churrasceria’lardan bahsediyoruz. Şemsiyemizden yağmur suları damlayarak böyle bir churrasceria’dan içeri girdik. Görüntü çarptı hemen bizi. Upuzun bir açık büfe masasında salata, suşi ve diğer yemek çeşitleri dizilmişti. Bunlar da yemeğe dahildi sınırsız olarak. Dışarıda yağmur, içeride de bizim vaktimiz çoktu. Bir şişe de kırmız şarap söyleyip etleri beklemeye başladık. Biz süre sonra garsonlar akın akın geldiler. Ellerinde koca şişler, şişlere geçirilmiş çeşitli bonfile, pirzola, steak çeşitleri birkaç dakikada bir masamıza uğruyorlardı. Arada çeşni olsun diye tavuklar, sosisler geçiyor, ardından –fazla bekletmeden- nar gibi kızarmış dev bir bonfileden ince bir parça kesilip tabağımıza bırakılıyordu.


Yağmuru bahane edip oturdukça oturduk orada. Kalktığımızda artık uzunca bir süre et görmek istemeyeceğimizi biliyorduk. Dışarıda yağmurun daha da artmış olması sürpriz değildi, çünkü Rio’nun uzun süreli yağmurlarının normal olduğunu öğrenmiştik bu arada. Yine de endişeli değildik, çünkü havanın açacağı günü biliyorduk ve bu haliyle de Rio’yu tanımak bize keyif veriyordu.
Ertesi sabah erken saatte uyandığımızda güneş parlak, caddeler sessizdi. Plajda bir günün bizi beklediğini anladık. Hatta belki Corcovado’ya da çıkardık, kim bilir?
(devamı yakında)

Posted by Picasa

Espirito Santo Adında Bir...

Bir buçuk aydır Brezilya'yı güneyden kuzeye, kuzeyden güneye dolaşıyoruz. Fark ettik ki bu ülke aslında bir kıta büyüklüğünde... Belki anlatımlarımızda şehirler bir birine benziyordu, UNESCO Dünya Mirası listesindeki Sao Luis ve Ouro Preto gibi örneğin. Ama gerçekten bu şehirlerdeki benzer mimari görüntüler arkasında çok farklı yaşamlar gördük. 250 yıl öncesinin altın zenginliği ile oluşmuş Ouro Preto'yu arkada bırakırken artık bizim için Brezilya'nın tarihi şehirleri de geride kalmış oluyordu.

Çağırdığımız taksiye çantalarımızı yüklerken Ouro Preto'nun dik sokaklarında son kez kaymamaya çalıştık. Beş dakika içinde Ouro Preto'nun küçük otogarındaydık. Otobüsümüz tam vaktinde hareket etti ve iki saat içinde Belo Horizonte'ye vardık. Burada havaalanı otobüsüne yetişebilmek için sadece 5 dakikamız vardı; ama bu bize yetti. Bu süre içinde otobüsün kalkacağı yeri öğrenmiş, üst kata çıkıp biletleri almış ve yolun karşı tarafında ve alt katta olan gidiş terminalinde otobüsümüzü bulmuştuk.

GOL havayolları şimdiye kadar olduğu gibi rahat ve dakik bir şekilde bizi Vitoria havaalanına bıraktı. Uzun zamandır ilk kez bu kadar sık aralıklarla uçakla seyahat ettik bu kez. Brezilya'yı bu sürede başka türlü dolaşmanın imkanı pek yok. 18-20 saatlik otobüs yolculuklarını alternatif olmuyor, çünkü bırakacağı yorgunluk insanı en az iki gün ayağa kalkamaz yapıyor, Venezuela'dan tecrübeliyiz bu konuda.



Vitoria ve Herkes İçin Spor

Vitoria ile beraber artık daha modern şehirlere geliyoruz. Burası önemli bir liman kenti; hatta belki dünyanın en çok demir madeni yüklenen limanlarından biri. Bu ticaret ve diğer endüstri etkinlikleri Vitoria'yı zengin bir şehir yapmış. Bunu Vitoria'lıların eğlenmeye ve spora ayırdıkları zamanlardan da anlamamız uzun sürmedi. Otelimiz (bu kez gerek otelde kalıyoruz!) şehrin eğlence hayatının yoğunlaştığı caddede yer alıyor. Caddeler lokanta ve barlarla dolu; Vitoria'daki üç günümüz hafta sonuna rastladığı için her gece biz de bu eğlenceli hayata katıldık. İnsanlar sokaklara, kaldırımlara taşmış masalara yayılmış, gündüz saatlerinden eğlenceye başlıyorlar. Izgara etler, yöreye özel balık yemekleri ve kabuklu deniz hayvanları buz gibi biranın yanında en çok tüketilen türler. Hepsinin çok lezzetli olduğunu söylemeye gerek yok...




Her sahil şehri gibi Vitoria'nın da -kuzeydekilerle karşılaştırılamasa da- uzun geniş plajları var. Sabahları biz de Vitoria'lılara katılarak sahilde yürüdük. Belki haftasonu olmasının da etkisiyle neredeyse bütün Vitoria'lılar -sanki gece geç saatlere dek eğlenmemişler gibi-, kimi koşmakta, kimi hızlı tempo ile yürüyüşte, kimi de bisiklet ile bu sahil yolundaydılar. Ciddi olarak spor yaptıkları, adetten diyedir diye salınarak boy göstermedikleri belliydi. Brezilya'nın Olimpiyat yapmayı çoktan hak ettiğini burada kavradık, ama ortalama vatandaşının spora ilgisi 6 aylık bebesine siyah-beyaz don almaktan ibaret olan ülkelerin Olimpiyatlara talip olmaya nasıl cesaret edebildikleri bizim için hala sır olarak kaldı.






Espirito Santo Adında Bir Eyalet

Başkenti Vitoria olan bu küçük eyalete neden bu ad verilmiş bilmiyoruz. Belki de Brezilya'ya katolikliği getiren Cizvit'lerin ilk kez burada büyük manastırlar kurmasından dolayı bu topraklara "Kutsal Ruh" adı uygun görülmüş. "Kutsal Ruh"'a yabancı turistler pek uğramıyor, bu anlamda bizim için Brezilya'yı başka bir açıdan da görmek mümkün oldu burada. Bu gezimizde ilk kez Vitoria'da araba kiraladık ve iki gün için Espirito Santo'nun yüksek bölgelerinde dolaşmayı istedik.

Ormanlarla kaplı dağlık bölgede Pedra Azul (mavi kaya) adı verilen 500 metre yüksekliğindeki tepe ilk görmek istediğimiz yerdi. Eğer fotoğraf makinamız izin verseydi çok daha güzel görüntüleri buraya aktarabilecektik. Arabayla bir virajı dönünce birden karşımızda sanki bir duvar gibi yükselen dev kaya çok ilginçti.

İki gün içinde 1880'lerde İtalyan göçmenlerin yerleştirildiği Santa Teresa, Alman göçmenlerin yerleştiği Domingos Martins adlı küçük şehirleri gezdik. Buraları Brezilya'nın bugüne kadar alıştığımız tarz ve havasından farklı yerlerdi. küçük Alman tarzı ahşap çatılı evler, şehrin sakin sokaklarında yürüyen, sohbet eden tipleri Alman dilleri Portekizce olan insanlarla birlikte olmak çok eğlenceliydi. Konuşmaya çalıştık, ama tek kelime Almanca bilmiyorlardı.


Vitoria'ya 1 saat uzaklıktaki bu bölgede 2 gün dağ havası da alarak dinlenmiş olduk ve 6 Ekim Salı günü, kiralık arabamızı havaalanında teslim ettikten sonra bizi Rio'ya götürecek uçağımıza bindik. Bakalım klişeleri hepimizin zihnine kazınmış bu şehirde bizi neler bekliyor. Kalacağımız dairenin Ipanema Beach'e 50 metre uzaklıkta olduğunu şimdiden haber verelim ama!
Posted by Picasa

Ouro Preto'nun Altınları

Ouro Preto. Kara Altın!


Belo Horizonte’den sonra üç gün kaldığımız dağlar arasına sıkışmış küçük şehrin adı böyle. Uygunsuz bir şekilde kömür ya da petrole yakıştırılan şekli ile değil; söz konusu olan burada gerçek altın. Altın’ın tekrar gözde olduğu bu günlerde bizi buraya çeken de bu sarı maden oldu galiba. Her ne kadar Ouro Preto “altın” günlerini 18. Yüzyılda yaşamış olsa da o zamanların etkileri bugüne kadar gelmiş ve bu küçük kenti Brezilya’nın üçüncü en çok turist çeken kenti yapmış.
Kentin hikayesi 1700’lü yılların başında buradan geçen maceracı bir grup Sao Paulo’lunun dereden su içerken tuhaf küçük kara taşlar bulması ile başlıyor. Bu taşların altın içerdiği ortaya çıkınca dağlar arasına sıkışmış, yolu olmayan bu vadilere akın başlıyor. Ouro Preto kurulduktan birkaç yıl sonra 1721’de bu yeni eyaletin başkenti oluyor; 1750 yılındaki nüfusu ise (her ne kadar çoğu köle de olsa) zamanın New York ya da Rio’sunu kat kat aşıyor. Ouro Preto bir süre dünyanın en çok altın çıkarılan yöresi haline geliyor.


Normal koşullarda, yani çevrede altının olmadığı koşullarda, insanların yerleşmeyi düşünmeyeceği, ancak belki katırlarla ulaşılabilecek diklikte bu yamaçlara gerçek bir şehir kurulmuş. Bizi pousada’mıza getiren taksiden inmeye çalışırken şehrin bu özelliğini fark ettik. Taksi sanki bir lunapark aracı gibi burnu aşağı bakar bir durumda park etmişti; ayağımızı dışarı attığımızda yuvarlanmamak için geriye çekildik, o kadar dikti sokak. İndirdiğimiz çantalarımızı tutmasak bağımsızlıklarını ilan edip vadinin dibine kadar bizi peşlerinden koşturacaklardı.


Pousada Nello Nuno hemen yan tarafta oturan bir ailenin işlettiği, küçük bir avlu etrafında 5-6 odadan oluşan pansiyon benzeri bir yerdi. Merkeze 150 metre uzaklıkta olmasına rağmen sakin bir yerdi ve içeride kimse yoktu sanki. Odamıza hemen yerleştik ve şehri dolaşmaya (tırmanmaya da denebilir!) çıktık. Ouro Preto’da altın 18. Yüzyılın sonuna doğru tükenmeye başlamış; bu arada Portekiz krallığının da açgözlülüğü giderek artmış. Çıkarılan altınlardan Portekiz’e giden payın sürekli artması bugünkü bağımsız Brezilya’yı doğuran isyan hareketlerinin ilk kez Ouro Preto’da başlamasına yol açmış. O devirlerde ilk isyan edenlerden olup, Portekizlilerce öldürülerek başı kesilen halk kahramanı Tiradentes’in mezarı da burada Devrim Müzesinde zaten.
Ouro Preto altın zenginliğinin herkesi kıskandırdığı dönemlerde şehrin her köşesine dikilen kiliseleri ile de tanınıyor.


Ülkenin o zamanlar bu her yere, bilhassa limanlara uzak, yolu geçit vermez köşesindeki bu kiliseler şimdilerde öğünülen birer yapıt olarak duruyorlar. Biz genelde kilise, müze gezmekten pek haz etmiyoruz. Azizlerin, Meryem’in ve oğlunun hikayelerine pek ilginiz yoksa bir süre sonra tüm Katolik kiliseleri bir birinin eşi gibi geliyor insana. Ama Ouro Preto’da 5-6 tane kiliseye girmeden edemedik; çünkü bunlar dağ başında kurulu orijinal binalardı bizim için. Tamamının kölelerin (ve de muhtemelen katırların) gücüyle yapıldıkları muhakkaktı. Bir tür Mısır piramidi bile denebilir belki! Tabii bir süre sonra kilise içlerinde gördüğümüz karanlık bakışlı aziz tasvirleri, kanlı İsa figürleri bizi bunalttı ve son kalan birkaç tanesinin sadece dışarıdan fotoğraflarını çekmekle yetindik.


Söylemeden geçemeyeceğimiz şey Brezilya’nın yetiştirdiği belki de ilk sanatçılardan olan Aleijadinho’nun (ismi futbolcuya benziyor, değil mi?) da Ouro Preto’lu olduğu ve buradaki kiliselerde çoğu ahşap oyma bir çok eseri olduğu. Aleijadinho, küçük sakat adam demek. Portekizli bir mimar ve bir köle kadının oğlu olan Aleijadinho yakalandığı bir hastalık sonucu önce ellerini sonra ayaklarını kaybediyor, eserlerini bezlerle kollarına bağlattığı aletleri kullanarak yapıyor ve ileri yaşlarına kadar çalışıyor.
Biz de işte, bu ve başka hikâyeleri öğrenerek 3 gün boyunca Ouro Preto’nun parke taşlı sokaklarını arşınladık. Çıktığımız ve indiğimiz yokuşların hesabını tutmadık; hatta bu tırmanma ve inişler hoşumuza bile gitti. Sanki tüm şehir bir denizin dalgaları gibi bu eğimli sokaklarda hareket halindeydi. Biz de bu harekete katılmıştık.





Bir dar sokakta “Chico Rei”’nin Madeni yazan bir kapıya rastladık. Burası 1750’lerde Ouro Preto’nun en zengin madeniymiş ve buradan çıkarılan altınların bolluğu dillere destanmış. Portekizliler Afrika’dan madenlerde çalıştıracakları köleleri toplarken bir kabileyi kralları ile birlikte topluca esir almayı başarmışlar ve tüm kabile Ouro Preto’daki bir madenciye satılmış. Kabilenin kralı madende de düzenini kurmuş ve tüm kölelerin kâhyası olmuş; çok çalışarak (yani gizlediği altınları biriktirerek) önce kendi özgürlüğünü, ardından oğlunun özgürlüğünü satın almış. Daha sonra baba oğul daha da çok çalışarak tüm kabileyi kurtarmışlar ve hatta çalıştıkları altın madenini de satın almışlar.
Tüm bunlar Portekiz kralının kulağına gidince kölelerin kendi özgürlüklerini satın alabilmelerinin önü kesilmiş; ama Chico Rei de tüm Afrika kökenli Brezilya’lıların kahramanı haline gelmiş. Bugün madende hiçbir şey yok sadece önünde küçük bir lokanta var. Ama oradan geçerken bu hikâyeyi hatırlamak ve zihnimizde canlandırmak ilginçti.








Ouro Preto aynı zamanda bir öğrenci şehri de; o yüzden geceleri oldukça canlı. 20 yüzyıldan bile kalan bir binanın olmadığı tarihi sokaklardaki hareketlilik değişik bir hava yaratıyor şehirde. Mevsim itibariyle turistlerin de nadir görüldüğü bu zamanda burada olmak değişik bir üç gün yaşattı bize. Kısacası şimdiye dek gördüğümüz yerlerden farklı bir şehirdi Ouro Preto.






Bundan sonra tekrar sahile, Espirito Santo eyaletine iniyoruz. Görüldüğü gibi azizlerinden usanmış olsak da “kutsal ruh” bir şekilde bizi izliyor sanki !










Daha fazla fotoğraf yandaki Picasa linkinde...









Posted by Picasa

Belo Horizonte

Belo Horizonte’ye Salvador’dan iki saatlik bir uçuşla akşam saatlerinde ulaştık. Uzun zamandır ilk kez sahil şeridini bırakıp iç bölgelere gidiyoruz. Havaalanından çıkar çıkmaz hava değişikliği kendini hissettirdi ve çantalarımızdan montlarımızı çıkardık. Hava kuruydu ve akşam serinliği, her ne kadar 20 derece civarı da olsa, üşütüyordu. Artık tropik bölgelerde yaşayanların 18-20 derecelik sıcaklıklarda neden bizdeki karakıştaki gibi giyindiklerini daha iyi anlıyoruz.
Bu üşümemiz çok sürmedi, yarım saat içinde havaya alıştık ve montlarımız fazla geldi, çıkardık. Otobüsle şehir içine gittik ve oradan da taksi ile otelimiz Hotel Wimbledon’a geldik. 60’lı yıllar nostaljisi yaşamak isteyenler için ideal bir otel olabilirdi Wimbledon; ama bize fark etmedi pek; odaların eskiliği, asansörün tarihi olması, hatta odamızda antika sayılabilecek bir jakuzzi bulunması bile önemli değildi. Sadece yatakların tahta sertliğinde olması bize uzun zamandır yollarda olduğumuzu hatırlattı her gece.
Belo Horizonte Brezilya’nın ilk planlanarak kurulan şehirlerindenmiş. Minas Gerais’in başkenti olan kalabalık bu şehir şimdiye kadar gördüğümüz tropik bölgelerdeki şehirlerden daha farklı bir izlenim bıraktı bize. Daha çok Arjantin ve Şili’de gördüğümüz büyük şehirlere benziyor. 1897 yılında kurulmuş ve şehrin ana merkezi birbirini dik kesen geniş caddelerden oluşuyor. Yalnız kavşaklarda sekiz cadde birleştiği ve çoğu caddelerde tek yönlü trafik olduğu için biraz karışık bir havası var. Araba kullanmadığımız için bizi etkilemedi.
Otelimiz şehrin ana caddesinde yer alıyor. Cumartesi akşamı yorgun bir şekilde geldiğimiz için dışarıda fazla dolaşmadık, ama şehrin canlılığını hissettik. Pazar sabahı sıcak bir güneşle uyandık; kahvaltıdan sonra şöyle bir dışarı baktık; dışarıdaki kalabalık ve canlılık bir Pazar günü için inanılmazdı. Bir süre sonra dışarı çıktık ve geniş caddenin trafiğe kapatılmış olduğunu gördük. Bir çok mağaza açıktı ve az aşağımızda (şehir eğimli bir arazi üzerine kurulu ve yokuşları bol ve tatlı!) dev bir açık hava pazarı kurulmuş, yüzlerce tenteli tezgahta her türlü eşya satılıyor, ızgara et, şiş yapanlar veya yerel tadları sunanlar çekici iştah uyandıran kokular saçıyorlardı etrafa. Sabahın onunda insanların ellerinde buz gibi biralar, az ilerideki yüksek ağaçlarla, göletlerle dolu şehir parkına doğru yürüdüklerini görüyorduk.



Biz de bu eğlenceye –tabii elimizde bira olmadan- katıldık. Belo Horizonte Pazar günlerini bu şekilde geçiriyordu. Büyük şehir parkındaki lunapark alanında neredeyse şehrin tüm çocukları buluşmuştu. Anne babalar gölge altında dinleniyor, çocuklar yaklaşık 1 TL karşılığı bir aletten öbür alete koşuyorlardı. Herkes kendi alemindeydi.


Belo Horizonte’de iki gün geçirdik. Şehrin kapalı pazarı ilginçti; ilk kez turistik eşya satılmayan, ama kendilerine yönelik her türlü ev eşyalarının, bu arada çeşitli kanatlı ev ve kümes hayvanının satıldığı bir yer çıktı karşımıza. Öğle yemeğimizi de burada yedik; artık alıştığımız şekilde, kilo ile öğle yemeği veren lokantalardan birinde. Tabağınıza istediğiniz her şeyden istediğiniz miktarda alıp sonunda tartıda çıkan rakamın karşılığının ödendiği restoranlar Brezilya’da çok yaygın. İnsan aç gözlülük yapmazsa mutlu bir şekilde masadan kalkmak için iyi bir yöntem.
Ertesi gün dolaştığımız, Belo Horizonte’nin iyi mahallelerinden Savassi’de de böyle bir restoranda yemek yedik. Tabii yemeklerin sunumu, çeşitleri ve içerikleri ucuz lokantalarınkinden daha farklıydı. Ucuzlarda iki kişi en fazla 15 TL’ye yemek yerken, daha pahalı olan Patio Savassi’de iki kişi 30 TL civarı para ödedik. Kilo ile alışveriş yapılan bir dondurmacı bile bulduk burada. O da ilginçti, üstelik seçmeden 40 değişik cinsi tatmak imkânı vardı.

Savassi’de sokakları dolaştık. Geniş kaldırımlarda kafeler sandalyelerini koymuşlar, akşamüstü insanlar doluşmuş, hararetli hararetli sohbet ediyorlar, mağazalara bakıyorlardı. Brezilya’daki tüm büyük şehirlerde gördüğümüz gibi kaldırımlar genişti ve küçük granit taşlarla döşeliydi. İnsana sanki kendi bahçesinde yürüyormuş hissi veriyor bu kaldırımlar. Bu kaldırımlar bize şehrin yokuşlu olduğunu bile hissettirmedi doğrusu.


Belo Horizonte’den sonraki hedefimiz iki saat uzaktaki Ouro Preto şehri olacak. Burası bir zamanlar dünyanın en çok altın çıkarılan yörelerinin merkezi. Bakalım biz ne bulacağız bu dağlık bölgede?
Posted by Picasa